Mimarlık öğrencileri mesleğe hazırlandıkları ilk yıllarda, mimarlık tarihi yayınları içinde öne çıkan ve temel taşlarını oluşturan yayınlar olarak gösterilen yazıları mutlaka okumalılar. İşte bu eser, bu temel kitaplardan biri.
16. YÜZYILIN MİMARLIK DİLİ
Buraya kadar kitabın birinci ve ikinci bölümünün çok kısa bir özetini yaparsak; bu iki bölümde klasik mimarlığın bir dil gibi işleyişi üzerinde yoğunlaşılmıştır. Örneklerle işin mekanik yönü tarif edilmeye çalışılmıştır. Beş sütun düzeninin doğası, tam, yarım ve dörtte üç sütunların kullanımı, plasterler, sütun ve kemer beraberliği,
sütun aralıkları gibi…
Üçünü bölüm ise mimarlığın klasik dilinin 16. yüzyılda bazı büyük sanatçılar tarafından nasıl kullanıldığına yoğunlaşacaktır. Bramante, 16. yüzyıl mimarisinin klasik dilini uygulamalarında kullanan kuşkusuz en yetkin isimdir. Sarlio kitabında, onun Antik Çağ’ın unutulmakta olan mimarlığını yeniden canlandırdığını yazar ve
örneklerle anlatır.
Serlio için Bramante, Antik Çağ ile eştir.
Tempietto dairesel bir Roma tapınağı örnek alınarak tasarlanmıştır. Ancak sonucunda geldiği yer itibariyle tasarım, birçok yenilikçi fikri barındırmıştır. Asla bir rekonstrüksiyon değildir. Romalılardan alınan bir fikrin üzerine yenilikçi fikirler koyularak ileri taşınmasıdır. Dairesel bir Roma tapınağı, Bramante’nin elinde 16. yüzyılın Roma’sında yeniden doğmuştur. Bu yeniden doğuş, gelişime uğramış ileri bir örnek olarak, kendinden sonrasında da defalarca taklit edilmiştir.
Bramante’nin Tempietto’sunu yazar, mimarinin edebiyata dönüştüğü mükemmel bir örnek olarak ifade etmektedir.
Yolunuz Roma’ya düştüğünde bu mimarlık anıtının mutlaka görülmesini ben de şiddetle tavsiye ediyorum. Pantheon veya Constantinus Takı kadar önemli ve tanınmış bir klasiktir. Sadece Tempietto değil, Londra’da Wren’in St. Paul’s Katedrali (1696-1709) de mutlaka görülmelidir. St. Paul’s Katedrali, Tempietto örnek alınarak yola çıkılmış ancak onun taklit edilmiş, büyük ölçekli rekonstrüktif bir örneği olmamıştır. Ondan yola çıkan ve tasarımı daha ileri taşıyan başarılı bir başyapıt kategorisindeki bu mimarlık örneği, yaratıcı bir devam niteliğindedir.
Antik Çağ’dan dairesel planlı bir yapı, Bramante’ye 16. yüzyılın Roma’sında Tempietto için ilham vermiş, Tempietto da 1696-1708 yılları arasında Londra’da Wren’in St. Paul Katedrali’ni yaratmasını sağlamıştır.
Galler Prensi Charles Philip Arthur George ve Prenses Diana’nın düğün törenlerinin düzenlendiği bu katedral, büyük Londra yangını sonrası 1668 yılında bakım ve onarım çalışmaları için Wren’e emanet edilmiş ve 1675 yılında çalışmalara başlanmıştır. Roma’daki Saint Peter Katedrali’ninkinden esinlenerek yapılan kubbesi ise sade İngiliz Barok tarzında süslenmiştir. Üç kulesi olan katedral, Wren’in 76. doğum gününde, 1708 yılında açılmıştır.
Dairesel planlı, sütunlu tapınaklar, Roma’da sıkça rastlanan yapı gruplarındandır. Tiber Nehri kenarında Vesta Tapınağı olarak bilinen yapı örneğinde olduğu gibi… Mimarideki bu gelişimin güzel örneklerini biz de İstanbul’daki iki yapıda açıkça görmekteyiz.
Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezi planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezi kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş olsa da Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir.
Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından Tophane rıhtımının kenarına taş, toprak ve molozların yığılması üzerine 1581 yılında yapımına başlanan bu caminin deniz üzerine kurulan ilk cami olduğu rivayet edilir. Ana kubbenin iki yanındaki yarım kubbeler ile diğer iki yanındaki kemerler ve destek duvarlarıyla bu cami, yapısı itibariyle Ayasofya’nın küçük boyutta bir revizyonudur.
Sultan Süleyman döneminde, Mimar Sinan tarafından yapılmış olan bu bina, bir kilise plan tipine sahiptir. Caminin planı, mihrap odaklıdır. Ayasofya ise orta nefin sağ ve sol bölümüne yerleştirilmiş yan nefleri ile tipik bir katedral plan tipidir.
Soru şu: Mimar Sinan gibi büyük bir usta, Muhteşem Süleyman gibi bir dönemde neden Ayasofya’yı seçti? Dikkatli bakılınca tıpkı Tempietto ve ardından yıllar sonra Londra’da yapılmış St. Paul’s Katedrali gibi bir rekonstrüksiyon yoktur. Yani Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya’nın küçük ölçekli bir canlandırması değildir. Onun birçok yönden saf ve yalın hale getirilmiş, strüktürünün çok daha iyi ve sağlam kurgulandığı ileri versiyonu, gelişmiş örneğidir. Tıpkı St. Paul’un, Tempietto’nun ileri ve gelişmiş bir örneği olması gibi.
Sinan, adeta tarihe not düşmüştür. Ayasofya, Kılıç Ali Paşa Camii ile çok ileri bir versiyon olarak yeniden doğmuş; özellikle yarım kubbe ile desteklenmeyen merkez kubbenin apsise dik uzanan sağ ve sol kanatlarına konmuş olan ağırlık kuleleri ile Ayasofya’nın yüzyıllardır hastalığı olan merkez kubbenin stabilite sorununa da çözüm göstermiştir.
İtalya’da mimarlık; Bramante döneminde, kendi önderliğinde ve takipçilerinin eşliğinde, Antik Çağ’ın egemen olduğu bir evreye geçmiştir. Yüksek Rönesans olarak anılan bu evrede sanatın tüm alanlarında Antik Çağ, kendini bir dil olarak hissettirmiştir. Asla bir taklit dönemi, rekonstrüktif bir dönem veya ödünç alınmış fikirler çağı olmamıştır. Taş üzerine taş koyan, var olanı ileri taşıyan, yeni tasarım ve fikirler eşliğinde bir aydınlanma çağı olmuştur. Bramante sonrası kuşak da onun fikirlerini benimsemiştir. Ressam ve mimar Rafaello, Peruzzi, Antonio da Sangallo gibi…
Bramante, Palladio’nun doğumundan sadece üç yıl önce ölmüştür. Aralarında fazla seneler yoktur. Palladio, kuzey İtalya’da küçük bir kasaba olan Vicenza’da hayatının önemli bir bölümünü geçirmiştir. Ancak gerek burada gerekse Venedik’te mimarlığın klasik dilini çok parlak ve akılda kalıcı şekilde kullanmıştır.
Palladio, Bramante’nin açtığı yoldan gitmiştir. Antik Çağ Roma mimarisini yeniden güçlü biçimde, yenilikçi ve devrimci anlayışta, Bramante’ye göre daha ifadeli biçimde canlandırmıştır.
Klasik dilin tüm özellikleri Venedik’teki S. Giorgio Maggiore Kilisesi’nin batı cephesinde toplanmış halde gözlemlenebilir.
Palladio tarafından tasarlanan kilisenin yapımına 1566 yılında başlanmıştır. Palladio’nun ölümünden sonra ön cephesi Scamozzi tarafından, yine Palladio’nun eskizlerine sadık kalınarak 1610 yılında tamamlanmıştır.
Giulio Romano: Rustica
“Rustica, sözcükten de anlaşıldığı gibi, ocaktan çıktığı haline yakın kabaca işlenmiş taşlarla örülen duvarları tanımlamak için kullanılır. Ancak bu kaba görüntü, sanatsal ifadeye olanak tanıyan bir özellik olarak görülmüş ve zamanla bir tasarım inceliği halini almıştır.” (Mimarlığın Klasik Dili, John Summerson, 2005, s. 50)
Serlio, rusticayı doğal ve yapay olanın karışımı olarak tarif eder.
Rusticanın ne olduğu sorusu cevaplandıktan sonra neden önemli olduğu sorusu daha önemlidir. Rustica; Bramante, Palladio ve Rafaello’nun peşi sıra gelmiş ve gelişim sürecine pozitif katkı yapmıştır. Giulio Romano ile hiç kimsenin ulaşamadığı seviyede yapıtlar gerçekleştirmiştir. Rustica, Giulio Romano’nun buluşu değildir. Çok önceleri Romalılar kullanmışlardır. Giulio Romano ile rustica, zirveye çıkmış ve sonrasında birçokları tarafından esin kaynağı olarak kullanılmıştır.
Rustica ve onun büyük uygulayıcısı Giulio Romano’dan çok daha sonra öncü, yaratıcı yeni bir isim karşımıza çıkar: Michelangelo.
Michelangelo mimar değil, heykeltıraştır. Ancak yaptıklarıyla çağdaşı olan birçok mimara göre, mimarlığın yükselişine daha çok katkıda bulunmuştur. Yüksek Rönesans’ın otoritesini sarsmanın nasıl mümkün olduğu konusu ise onun devrimciliği ile açıklanabilir.
“Şimdi sizi, Giulio Romano’dan da daha devrimci bir kişilikle tanıştırmak istiyorum: Bu yeni isim, Yüksek Rönesans’ın otoritesini fena halde sarsan ve klasik mimarlığı yepyeni bir yola sokan Michelangelo’dur.” (Mimarlığın Klasik Dili, John Summerson, 2005, s. 52)
Michelangelo mimar değil, heykeltıraştır. Ancak yaptıklarıyla çağdaşı olan birçok mimara göre, mimarlığın yükselişine daha çok katkıda bulunmuştur. Yüksek Rönesans’ın otoritesini sarsmanın nasıl mümkün olduğu konusu ise onun devrimciliği ile açıklanabilir. Devrimcilik ise özgürlükle, özgür düşünce ve tasarımla mümkün olabilir. Kalıpları kırmanın, alışılagelmiş düzenlerin tek defaya özgü ve hiç görülmemiş çizgide yorumlanması, uygulanması ile mümkündür.
“Michelangelo’nun Medici Şapeli’nde yarattığı olağanüstü düzeni gören hiçbir sanatçı, hele etkilenmeye açıksa, mimarlığa bir daha aynı gözlerle bakamaz.” (Mimarlığın Klasik Dili, John Summerson, 2005, s. 53)
Mimari eserler bazen tasarımcıları, bazen sahip oldukları tasarım mükemmeliyeti, bazen de sadece ilk ve öncü olmalarıyla ünlenirler. Bugüne kadar birçok bina gezdim, gördüm ve inceledim. Floransa’daki Medici Şapeli de bunlardan biri. Benim için onu diğer yapıtlardan ayıran tasarımcısı veya bir bütün olarak genel yapının tasarım mükemmeliyeti değil. Benim için önemli olan yapının genelinden ziyade onun bir parçası, cephesindeki bütünün içindeki bir detay. Sadece bir nişteki mimarinin şiirselliği… Mimarlık tarihinin teknik tarif ve reçetelerinin bu nişi tanımlamasındaki acizliği beni etkileyen. Mimarlığın duygudan yoksun haliyle duygusal bütünlükteki halinin birlikte ulaşabildiği mertebenin dışa vurumu… Küçük bir niş, ancak büyük bir ders…
