Mimarlık öğrencileri mesleğe hazırlandıkları ilk yıllarda, mimarlık tarihi yayınları içinde öne çıkan ve temel taşlarını oluşturan yayınlar olarak gösterilen yazıları mutlaka okumalılar. İşte bu eser, bu temel kitaplardan biri.
ANTİK ÇAĞIN GRAMERİ
Kitabın 1. bölümü olan “Mimarlığın Beş Düzeni” ana hatlarıyla beş düzenin tarifi üzerinde yoğunlaşılmış omurga bölümüdür. 2. bölüm olan “Antik Çağın Grameri” ise bu beş düzenin nasıl kullanıldığını anlatır.
Sorun veya çözülmesi gereken problem, beş düzene ait ve tamamı bir mimari karakteri sembolize eden sütunların tasarıma katılması problemidir. Tasarıma dahil edilen bu sütunların çeşitlilik içinde olması tercih edilmelidir.
Bir tapınak inşa ediliyorsa yapılacak işlem gayet basittir. Dört tarafına sütunlar dizilir ve üzerine saçaklar, üçgen alınlar gelecek şekilde yapı tamamlanır. İnşa edilen yapı tapınak dışında bir bina ise (adliye sarayı, amfiteatr, kütüphane vb.) sütunlar nasıl kullanılmalıdır?
Dört farklı çıkıntı düzeyi veya dört farklı gölge etkisi; sütunların arkasındaki duvarla olan girinti çıkıntı seviyesi ya da serbestlik durumları ile şekillenir. Sütunlar her durum veya düzlem değiştiğinde, yani serbest düzeyden plastere veya yarım gömülü dörtte üç dışarıda, dörtte bir gömülü şekle evrildiğinde, üzerinde taşıdığı saçak düzeni kendisi ile birlikte sütuna paralel öne veya geriye doğru hareket etmelidir. Bu, en önemli kurallardan birisidir. Bu kural, sanırım, “Strüktür ve mimari ifade ayrılmaz bir bütün olmalıdır.” ilkesini doğrulayan bir tanımlamadır.
Rönesans yapılarına baktığımızda pek çok önemli binada Colosseum’un mimari dilinin ortak bir ifade gibi kullanıldığını, yorumlandığını görebiliriz. Galerili amfiteatr (Colosseum) gibi zafer takları da mimari ifade kaynağı olarak diğer önemli yapı tiplerindendir. Mimarideki beş düzenin yapıdaki kullanımlarının anlatımı için iki yapı tipi de muhteşem birer örnek olmuştur.
Colosseum, Rönesans ustalarının yapılarına kuşkusuz en büyük ilham kaynaklarından biri olmuştur. Kemer ve sütun düzeninin birlikte kullanıldığı, mimarideki dört farklı düzenin aynı yapıda buluştuğu, sonrasındaki yapılara ve mimarlığa örnek olmuş, çağının başyapıtları arasında sayılan eşsiz bir eserdir.
Rönesans yapılarına baktığımızda pek çok önemli binada Colosseum’un mimari dilinin ortak bir ifade gibi kullanıldığını, yorumlandığını görebiliriz. Galerili amfiteatr (Colosseum) gibi zafer takları da mimari ifade kaynağı olarak diğer önemli yapı tiplerindendir. Mimarideki beş düzenin yapıdaki kullanımlarının anlatımı için iki yapı tipi de muhteşem birer örnek olmuştur.
Zafer takları sadece törensel fonksiyonları olan yapılardır. Döneminin mimarisinin plastik ayrıntılar yönünden en zengin yapı tipleridir. Zafer taklarının detaylı anlatımı kitapta yapılmıştır. Bu anlatımları tekrar etmek konumuz değildir. Burada amaç, bu bölümdeki ana fikirleri, anlatılmak istenenleri, çarpıcı noktaları ortaya çıkarmak; onları daha açık ve yalın halde bir özet halinde okuyucularla buluşturmaktır. Zafer takları gibi muhteşem bir yapı türünün İtalya’daki en güzel örnekleri hiç kuşkusuz Septimius Severus Takı ve Constantinus Takı’dır.
Leon Battista Alberti’nin buluşu olan zafer taklarındaki düzenin kilise mimarisine uyarlanması, Alberti’den sonra dört yüz yıl boyunca klasik üslupta sayısız kilisede denenmiştir. Zafer taklarının da Colosseum gibi klasik dile katkıları çok olmuştur.
Zafer takları ve tiyatrolar dışında klasik dilin kullanımına ilham olmuş birçok yapı tipi vardır. Pantheon, kubbeli yapılara bir prototip olarak tüm ihtişamı ile örnek olmuştur. Pantheon gibi örnekleri arttırmak mümkündür.
“Rönesans’ın ulaştığı en büyük başarı, Roma yapılarının aslına sadık kopyalarını üretmek değil (bu 18. ve 19. yüzyılların işidir), antik mimarlık dilini evrensel bir disiplin olarak yeniden kurgulamak olmuştur. Bu, insanlığın uzak geçmişinden devralınan ve özel önem taşıyan tüm mimari tasarımlara uyarlanabilen bir disiplindir.” (Mimarlığın Klasik Dili, John Summerson, 2005, s. 28)
Bu tespit, kitaptaki en önemli satır başlarından birisidir. Mimari tasarımda referansını geçmişten alarak tarihi motifleri kopyalayıp bir tür tasarım yaptığını zanneden tüm meslek uygulayıcılarının kulağına küpe olacak bu tespit, ezberlenmesi ve hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir manifesto olmalıdır.
Aslına sadık kopyalar üretmek, aslına sadık parçaları çeşitli yapılardan toparlayarak kolaj yapmak, tarihi motifleri benzeterek yapmak ve sayısını arttırabileceğimiz benzer tüm mimari çeşitler, “yoz mimarlık” olarak sınıflandırılmaya mahkumdur. Post-modernin en ucunda referansını tarihten alan kopyala-yapıştır mimari; her ne isim ve tanımlama altında yapılırsa yapılsın çağın gereklerine, ihtiyaç ve imkânlarına sırtını dönen mimari, sadece bir yapı olarak kalır. Mimari bir eser veya bir mimarlık sanatı ürünü asla olamazlar.
Görkemli klasik yapılar, yapıtlar tasarlanırken en önemli düstur kuralları ve düzenleri iyi kavramaksa, diğer bir etken de bu kurallarla savaşmayı bilmektir. Mimar, ancak kendine meydan okuyan ögelerle kimliğini kazanır. Bu meydan okuma da kopyalamaktan değil, hayal etmekten ve çalışarak üretmekten geçer.
1903 yılında Sir Edwin Lutyens, İngiliz mimar arkadaşı Herbert Baker’a yazdığı mektupta “Kopya etmek mümkün değil.” der. İşte klasik dilin, özgün mimarlık geleneğinin ne olduğunu bilen usta bir mimarın muhteşem yorumu, bu mektubun içindedir.
“Uyarlamaya kalkıştığım şu eskimiş (ama yine de hoş) Dor düzeni! Bunu kopya etmen imkansız. Yapılacak tek şey, alıp yeniden tasarlamak… Kopya etmen mümkün değil: Israr edersen de ortaya berbat bir şey çıkar.
Çok çalışmak ve çok düşünmek gerekir. Her çizgi üç boyutta hesaplanmalı, her derz gözden geçirilmelidir, hiçbir taşın yerinden oynamasına izin verilmemelidir. Eğer bu şekilde uğraş verirsen “düzen” artık senin elindedir ve aklından süzülüp gelen her dokunuş Tanrı’nın bahşettiği bir şiir ve sanat becerisine dönüşür. En ufak bir şeyi değiştirdiğinde (ki bu her zaman bir zorunluluktur) diğer parçalar da buna uymak, aynı özenle ve yaratıcılıkla ele alınmak durumundadır. İşte onun için bu iş oyun değildir, hele öyle kaygısızca oynanacak bir oyun hiç değildir.” (Mimarlığın Klasik Dili, John Summerson, 2005, s. 30)
Görkemli klasik yapılar, yapıtlar tasarlanırken en önemli düstur kuralları ve düzenleri iyi kavramaksa, diğer bir etken de bu kurallarla savaşmayı bilmektir. Mimar, ancak kendine meydan okuyan ögelerle kimliğini kazanır. Bu meydan okuma da kopyalamaktan değil, hayal etmekten ve çalışarak üretmekten geçer.
