Eskiden daha çok strüktürle mimari bağdaştırılırken, günümüzde mekanik-mimari bağlantısı üzerine odaklanılmaya başlandı. Çünkü hem ilk yatırımı hem de yapının işletme maliyetlerini etkiliyor. En önemlisi de kullanıcı konforu ile doğrudan ilişkili oluşu.

Havalandırma ve iklimlendirme planlamasında göz önüne aldığınız faktörler neler? Tasarım süreci bu faktörlerle birlikte nasıl işliyor?

Güneş, iklim, projenin bulunduğu lokasyon çok eskiden beri mimari tasarım sürecinde göz önüne alınan faktörler. Yapıların boyutu da önemli bir etken. Bazı yapılar daha içe dönük, bazıları boyutu nedeniyle çeperden aldığı güneşi veya gün ışığını daha fazla kullanıyor. Yapı ebadı, binanın dış mekanla olan ilişkisini etkiliyor. Şehirlerin eski halinde büyük ölçekte yapılar yoktu. Konut yapılarında ölçekler nispeten aynı kalırken ticari yapılar, ticaret merkezleri, ofis yapıları gibi binaların boyutları büyüdü. Bu yeni yapı türleri ve ölçekleri nedeniyle ilk dönemlerdeki unuttuğumuz yöntemleri şimdi bütün dünya olarak tekrar entegre etme çabası içindeyiz. Yapı ölçeği, projenin nerede yapıldığı, gün ışığı gibi faktörler daha fazla önem kazanmış durumda. Tüm bunların geçmişe oranla daha da önemli olması aynı zamanda enerjiyle ilgili. İşverenlerin de bu noktada bir takım talepleri olmaya başladı. Eskiden çok fazla önemsenmezken bugün artık sistemlerin daha fazla entegre olması gerektiği noktasında görüş birliği oluştu. Çünkü geçmişte binanın sadece yapım aşamasına odaklanılırken, büyük yapıların yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla birlikte, bu tür yapıları işletmenin de en az yapıların tasarımı kadar önemli olduğu gerçeği belirdi.

Mimari ve mühendislik çalışmaları geçmişe göre artık daha entegre bir yaklaşımla ilerliyor. Bugün üç boyutlu çalışıp, proje henüz konsept aşamasındayken ışığın yönü vb. faktörleri daha rahat analiz edebiliyoruz. Eskiden daha çok strüktürle mimari bağdaştırılırken, günümüzde mekanik-mimari bağlantısı üzerine odaklanılmaya başlandı. Çünkü hem ilk yatırımı hem de yapının işletme maliyetlerini etkiliyor. En önemlisi de kullanıcı konforu ile doğrudan ilişkili oluşu. İklimlendirme-havalandırma sistemi yaşayan bir sistem. Strüktür öyle değil, çünkü hareketli değil. İnsanların kapasitesine göre hareket etmiyor, değişmiyor. Kullanıcıyla mekanik kadar bağı yok. Strüktürde tek veri yer çekimi, o da sabit. Ama mekanik günlük yaşamı etkiliyor. Bu yüzden mekanikle strüktürü daha çok entegre hale getirecek yapılar yönünde bir eğilim var. “Önce projeyi yapalım, sonra strüktürü, sonra mekaniği, en son elektrik projesi bir şekilde yerleştirilir.” anlayışı büyük ölçekli yapılarda çok büyük zaman ve enerji kaybına yol açıyor; proje süreçlerinin uzamasına neden oluyor. Yatırımcıya da farklı maliyetler oluşturuyor. Bu nedenle gelişen farklı araçların da yardımıyla konu artık daha bütünsel bir yaklaşım sergilemeye doğru evriliyor.

Genel anlamda mimarlarla mühendisler arasında bir dil problemi yaşanıyor. Terminolojiler çok uzak olmasa dahi anladığımız, aynı kelimeden çıkarttığımız anlam farklı olabiliyor. Çünkü önceliklerimiz farklı. Gerçi bence en temel konu iletişim ve disiplinler arasındaki etkileşim eksikliği.

Mimari projelendirme ile mekanik projelendirme arasında nasıl bir ilişki var, nasıl bir ilişki olmalı? Bu tür projelerin aynı çatı altında yapılıyor olması nasıl avantajlar sağlıyor?

Mekanik mühendisliği hacimle ilgili ve mimariyle çok iç içe aslında. Birtakım cihazların ve parçaların bir araya gelmesinden ibaret gibi görünse de sonuçta kullandığımız hacimlerle ilgili olduğu için mimariyle daha çok entegre olması gerekiyor. Önceden strüktürü değil de mekaniği daha adapte edilebilir kabul ediyorduk. Daha entegre olması bazı sorunları yaşamadan çözme olanağı sunuyor. Örneğin, havalandırma kanalı kirişle eş zamanlı tasarlandığı için proje uyumlu şekilde ilerliyor ve gelişiyor. Birbirinden bağımsız olarak, birini diğerinden sonra, ardışık olarak yapmaya çalıştığınızda daha fazla problem yaşanıyor. Bu problemleri çözmek için de mimariden veya kullanıcının konforundan ödün vermeye başlıyorsunuz. Sorunları aşmak için, entegre bir şekilde mimari tasarımın başlangıcından itibaren, en azından ana konseptten hemen sonra mekanik konsepte karar verilmeli.

Mekanik projenin beraber çalışılmasında şöyle bir avantaj var: İlk andan itibaren bina programına birlikte bakıyoruz. Buradaki kapasite ne olacak, kaç kişi kullanacak, hangi işlevlerle, ne aralıklarla kullanılacak? İhtiyaçları tespit edip ana sistem tasarımı ve cepheyle olan ilişkisini dikkate alıyoruz. Cephenin tipolojisi, ihtiyaçları, u değeri, g değeri, güneş kırıcı olmalı mı olmamalı mı, cephe daha sağır mı olmalı, gün ışığı nasıl idare edilebilir, nereden havalandırma alınabilir? Bu soruların hepsini çok detaylı olmasa da en azından bir yön almak için değerlendirebiliyoruz. Bir sonraki etaba geçtiğimizde – yani ruhsat etabı veya uygulama projesine doğru yürüdüğümüzde – mimari olarak ihtiyaçları da bilerek hareket ediyoruz. Bir mekanın optimum konfor koşullarını sağlamasının dışında mimari kurgu ile de bir ilişkisi var. Mekanı serin/nemli/kuru kılarak çok farklı ortamlar sunabiliyorsunuz.

Projelendirme sürecinin başlangıcından itibaren tüm bu unsurları öngörmenin, yapının doğru bir şekilde çalışabilmesi adına önemli olduğunu düşünüyorum. Binaların 30-40 senelik yaşam süreci içinde işletme ile ilgili olan giderleri ana maliyetinden çok daha yüksek. Yatırımcıların bu konuya daha fazla eğilmesi gerekiyor. Yatırımlar, bütçe ve süre bazında minimuma hatta altına indirilmeye çalışılıyor. Optimizasyon tabi ki şart ancak projelerin sağlıklı bir biçimde hayata geçirilebilmesi adına da çok kırpılmaması hem yatırımcı hem de kullanıcılar açısından önemli.

Her iki konuya da hakim bir ofis olarak mimari-mekanik ilişkisinde yaşanan en önemli sorunlar neler, nasıl aşılabilir?

Genel anlamda mimarlarla mühendisler arasında bir dil problemi yaşanıyor. Terminolojiler çok uzak olmasa dahi anladığımız, aynı kelimeden çıkarttığımız anlam farklı olabiliyor. Çünkü önceliklerimiz farklı. Gerçi bence en temel konu iletişim ve disiplinler arasındaki etkileşim eksikliği. Çoğu zaman ortak çalıştığımız için bu meseleleri aşabiliyoruz ama zaman zaman bizim için bile sorun olabiliyor bu iletişim mevzusu. Bunun en büyük kaynağı, okul döneminde farklı disiplinlerin nasıl bir arada çalışacağına dair yeterince eğitim-öğretim, multidisipliner bir yaklaşım olmaması ya da az olması diye düşünüyorum. Bu tarz birlikteliklerle ve arayışlarla tasarlanan projeler duyuldukça yeni neslin daha adapte olarak yetişeceğine inanıyorum. Ortak bakış oluşması şart. Neyin, neye yaradığı konusuna herkes kendi perspektifinden bakıyor. Mimar en etkileyici mekanı yapmak istiyor fakat bazı ihtiyaçları da bu estetiğin içine entegre etmek gerekiyor. Mühendis de bunu düşünüyor. Mimar-mühendis ilişkisinde en sınırlayıcı nokta bu. Bunun dışında dokümantasyonla ilgili sorunlar olabiliyor. Örneğin, bir mimarın mekanik projeyi açtığı zaman en azından vana nedir, sprinkler logosu nasıldır bilmesi gerekir. Aynı şekilde tüm mühendisler projeye baktığı zaman okuyabilmeli ve üç boyutlu düşünebilmeli. Aynı konu işverenler için de geçerli. İşveren-mimar ya da işveren-mühendis arasında da iletişim kaynaklı sorunlar olabiliyor. Ortak bir yaklaşımı keşfetmek ve ortak bir vizyon çerçevesinde projelere bunu yansıtabilmek önemli.

Aydınlatmada gün ışığının maksimum kullanımına dikkat edilmesi gibi iklimlendirme-havalandırma açısından uyguladığınız doğal çözümler var mı?

Pek çok çözüm mevcut; tek bir kurtarıcı çözüm var denemez. Her yapı için ayrı ayrı inceleme yaparak ilerlemek en doğrusu. Yenilikçi sistemler konusunda en büyük engel alışkanlıklar. Ayrıca, her ülkenin kendine göre bir sanayi yapısı bulunuyor. Bu yapı içerisinde üretilebilen sistemler, cihazlar, imalat kalitesinin seviyesi, denetimi farklı. Bu nedenle seçilemeyen sistemler olabiliyor. Mimari ve mühendislik anlamında farklı bir çözüm önerdiğiniz zaman “Bir yerde yapılmış mı?” gibi bir soru soruluyor hemen. Kimse risk almak istemiyor. Risk istenmediği için de yeni bir sistem üretmek çok kolay olmuyor. Gerçi bu sadece Türkiye’ye özgü değil. Çalıştığımız Uzak Doğu ülkelerinde de benzer olaylar yaşanıyor.

Kullanacağımız sistemler yapının nerede inşa edileceğine bağlı olarak değişiyor. İklim, coğrafi konum, deniz seviyesine yakınlık, zemin özellikleri seçimleri etkiliyor. İklimlendirmenin havayla mı suyla mı yapılacağına bağlı olarak da pek çok çevre dostu yöntem var. Deniz kenarında bir yapı için deniz suyunu soğutup kullanmak, yer altındaki ısıyı kullanarak ya da yapıya dahil ederek, eğer imkan dahilindeyse termal otellerde olduğu gibi galeriler oluşturmak, vb. Bunların hepsi değerlendirilmesi gereken unsurlar. Yapının enerji kullanımında ölçek konusu yine karşımıza çıkıyor. Düzgün bir projelendirme ve iyi bir işçilik ile çok verimli çözümler üretilebilir. Sürekli gelişen malzeme ve teknolojiler de verimliliği destekliyor.

Binalarda ısı yalıtım yolu ile enerji tasarrufunda hangi yöntemler, hangi malzemeler nasıl kullanılmalı? Bu malzemeler ne derece etkin?

Çözüm, çok spesifik bir malzeme veya sistem değil de proje bazlı yaklaşabilmekten geçiyor. Soğuk bir yerde ya da sıcak koşullara sahip bir yerde bir yapı yapıyorsak ısı geçişi ile ilgili mutlaka önlem alınması şart. Pasif yöntemler, pek kullanamasak da felsefesi açısından kendimizi yakın hissettiğimiz yaklaşımlar. Her yeri izole etmektense doğanın verdiği enerjiyi kullanmak neticede daha ekonomik. Ayrıca malzeme ve sistemler ne kadar sofistike hale gelirse işçiliğin, üretici firmaların da ona göre gelişmesi lazım. Malzemeyi sahaya indirmek bile bir iş; özen istiyor. Bunlar olduğu sürece diğerleri de birbirini takip ediyor. Böylece çok daha konforlu ve hoş yapılar tasarlamak da mümkün hale geliyor.

Giysi ve moda alanından ilham alabileceğimiz çok şey olabilir. Isıyı içeride tutup, vücudun hava almasını sağlayan, terlemeyi önleyen, sentetik olduğu için kolay temizlenen giysiler üretiliyor. Bunun yapılara henüz tam anlamıyla yansımadığını düşünüyorum. Bu anlamda bence moda çok daha önde gidiyor mimariye oranla ve alınabilecek dersler var.

Bina kabuğunun doğal iklimlendirmedeki rolü nedir veya ne olmalı sizce?

Genelde ısınma ile ilgili çok fazla problem yok. Özellikle bizimki gibi bir ülkede yaşıyorsak, dış kabuk da makul derecede geçirmezliğe sahipse ısınmayla ilgili çok fazla problemle karşılaşmayız. Esas problem soğutma konusunda. İçerideki ortamın yaşanabilir bir sıcaklık seviyesinde tutulması önemli.

Farklı disiplinlerden edinilebilecek çok cevap ve soru var. Bunların mimariye de yansıması olabilir. Örneğin; giysi ve moda alanından ilham alabileceğimiz çok şey olabilir. Isıyı içeride tutup, vücudun hava almasını sağlayan, terlemeyi önleyen, sentetik olduğu için kolay temizlenen giysiler üretiliyor. Bunun yapılara henüz tam anlamıyla yansımadığını düşünüyorum. Bu anlamda bence moda çok daha önde gidiyor mimariye oranla ve alınabilecek dersler var. Nem, nemin atılabilmesi, nemi atmak ama ısıyı kaybetmemek gibi binaları ilgilendiren, birebir örtüşen noktalar var. Yeni yaklaşımlarla, binalar daha geçirgen yapılara dönüşebilir. Pencereyi açmadan da hava alıyor olabiliriz aslında. Belki de gelecekte çok katı duvarlar olmayabilir. Kullanıcının bir şey yapmasına gerek kalmadan içerideki havayı belli bir oranda optimize eden yapılar olacağını da düşünebiliriz. Ama bunlar için gerçekten ciddi Ar-Ge yapmak lazım.

Sürdürülebilir yapılar ve bu doğrultuda üretilen teknolojiler ile ısıtma-soğutma-havalandırma ürünlerinin bu sistemlere entegrasyonu nasıl sağlanıyor?

Baştan itibaren böyle bir yapı yapmak istiyor musunuz önce ona karar vermek gerekiyor. Bir yapıyı soğutup ısıtmanın birden fazla yolu var. Bu, işi önemsemekle ilgili. Bir farkındalık gerektiriyor. Çevreyle ilgili sürdürülebilir bir bina yapmanın en temel koşulu yatırımcının bu konuda farkındalığa sahip olması. Bu işe önem veren bir mimari ve mühendislik ekibiyle çalışması. Aksi halde tamamen bir trend, pazarlama aracı olarak kullanılıyor ki, bence yanlış. Bu tarz yaklaşımların, zamanında ISO konusunda olduğu gibi içi boşalıyor; bu sefer de değersizleşiyor. Oysa çok önemli bir konu. Sırf 2-3 senelik bir pazarlama kazancı uğruna heba edilmiş oluyor bu vizyon.

Enerji fakiri bir ülkeyiz. Elektriği ve gazı dışarıdan satın alıyoruz. En çok bizim ülkemizin bu konuyla ilgili bir farkındalığa, bilince erişmesi gerekli. Bu konuda çok farklı adımlar atılabilir. Devletin Ar-Ge çalışmalarına, mimarlık ofislerine, mühendislik ofislerine destek sağlaması; sürdürülebilir yapıların yaygınlaşması için vergiyle ilgili bazı düzenlemeler yapması katkı sağlayabilir. Genele yayılabilecek, ivme kazandıracak projeler desteklenmeli.

• İklimlendirme-havalandırma çözümleri proje türüne bağlı olarak nasıl farklılıklar gösteriyor? Örneğin; konut ve ticari mekanlarda bu çözümler nasıl farklılaşıyor?

Ticari yapılardaki sistem çok farklı. Öncelikle yaşam saatleri çok farklı. Konut tipinde 24 saat yaşayan var, herkes gün içinde belki evinde oturmuyor ama akşam kesinlikle yaşanıyor. AVM’lerin ise daha sınırlı bir zaman diliminde soğutulup ısıtılması gerekiyor. Daha fazla gezeni, çalışanı, yaşayanı var. Bu konu aslında daha çok karma projelerde gündeme geliyor. Karma projelerde gündüz daha çok ticari mekânlar ısıtma-soğutma kullanımı yaparken, geceleri konutların veya varsa otellerin kullanması söz konusu olabiliyor. Bunun haricinde kullanılan sistemler çok başka. Mekan hacimleri daha küçük olduğu için konutlarda ünite bazlı baktığımızda ihtiyaçlar çok daha sınırlı. Konutlarda mesele çok daha kolay çözümleniyor. Sürekli bir değişkenlik yok. Oysa bir AVM projesinde kiralanan alanda, kullanıcıya bir altyapı sunuluyor ve kullanıcı kendi ünitesini yerleştiriyor. Konutlarda ana yatırımda o ısıtma-soğutma sistemini de kurmak zorundasınız. Büyük, birbirine bağlı merkezi bir sistemi ve daha esnek bir altyapıya uygun sistemi kurarken tecrübe tabi ki faydalı. Bir sinemada kullanılan sistemle, AVM’de kullanılan farklı, konutta kullanılan ise bambaşka.

Bunlara ek olarak özel çözümler içeren projelerinizden bahseder misiniz?

Gereksiz metrekare kullanımı olduğunu düşünüyoruz, bu kadar alan ve inşaata ihtiyacımız yok aslında. Bunu minimize edebilecek, hem fonksiyonu karşılayabilecek hem ileriye dönük olarak nispeten esnek kalabilecek, hem de çevreye daha fazla boş alan bırakan, başta AVM’ler için düşündüğümüz ama sonrasında başka yapı türlerine de uyarlanabileceğini fark ettiğimiz, binalardaki esneklikle ilgili bir proje üzerinde çalışıyoruz.

Betondan soğutma ile ilgili bir takım çalışmalar yapmıştık. Betonun içine yerleştirilen borulardan geçen su ile iskeleti aynı sıcaklık seviyesinde tutma prensibine dayanan bir sistemdi. Bu şekilde operasyonel giderler düşüyor. Mekanın genelinde ısı çok artmadığı için içerideki havayı da çok düşük değerlerde soğutmaya gerek kalmıyor. Bu çok katmanlı bir iş. Sadece yapının içerisinde seçilen sistem değil içerideki kapasite de etkili bu konuda. Zamanla kullanıcı yoğunlukları artıyor ve konfor düşüyor. Belki bir gün 200 kişi yerleştirilme ihtimaline karşı önlem olarak, 100 kişilik kapasite için tasarımınızı ‘over design’ yapıyorsunuz.

Mimarın görevi ve yeri eskiden olduğu gibi sadece “Şöyle güzel bir bina yaptım.” değil. Bununla sonuç alınmıyor artık. Bence mimarlar için işin en zorlayıcı noktası da bu. Görüntü elbette önemli ama baştan entegre olması da öyle. Çünkü bu bir lüks değil bir gereklilik.

Aydınlatma ve kısmen de akustikle ilgili olarak cephe otomasyonu giderek önem kazanıyor. Bina otomasyonu ve tüm otomasyon sistemlerinin entegrasyonu önemli. Akıllı bina kavramında neyin akıllı, neyin akıllı olmaması gerektiği; hangi konunun ne kadar otomatize edilmesi gerektiğine dair her şeye en baştan karar verilmesi gerekiyor. Bunlar da tasarımın bir parçası. Sadece güzel görülmesi için koyulmuyor ya da basit bir pazarlama konusu değil bunlar. Cepheye yakın olan aydınlatmalarda bir takım sensörler oluyor. Daha karanlık bölgeleri gün içerisinde tespit edip oradan enerji tasarrufu yapıyorsunuz. Buna paralel olarak bunun mekaniğe bir etkisi oluyor.

Böylece, soğutma sistemlerinin hepsi aynı anda çalışmamış oluyor. İlginç bir denge var aslında. Güneşin çok olduğu cephede bir koruma olmalı ama o korumayı öyle bir yapmalısınız ki elektrik harcaması olmasın; içerideki aydınlatmayı da yakmanız gerekmesin. Verimlilik açısından bu üçünün dengesi önemli. Cephedeki gölgelemenin otomasyonu, içerideki aydınlatmanın otomasyonu ve bununla bağlantılı olarak ısıtma-soğutmanın otomasyonu… Bütün bunların otomasyonu da bir altyapı çalışması gerektiriyor. Aslında binalar ebat konusundan ötürü çok daha uzaktan kontrol edilebilir olmaya doğru gidiyor. Asansörlerinden elektrik altyapısına, data altyapısına, tesisat vs. kadar katman katman büyüyor bu iş. Mimarın görevi ve yeri eskiden olduğu gibi sadece “Şöyle güzel bir bina yaptım.” değil. Bununla sonuç alınmıyor artık. Bence mimarlar için işin en zorlayıcı noktası da bu. Görüntü elbette önemli ama baştan entegre olması da öyle. Çünkü bu bir lüks değil bir gereklilik. Büyük ölçekte binalar yapıyorsanız bunları entegre etmeniz gerekiyor. Aksi halde mimar olarak hayal etmediğiniz pek çok tuhaf şey çıkıyor karşınıza ve hataları kapatabilmek için sonuçta her yerinden delikler açılmış bir yapıya dönüyor proje. Dolayısıyla baştan bilerek hareket etmek gerekiyor.

Büyük yapılar tasarlamak ve projelendirmek giderek zorlaşıyor elbette. Her ölçeğin kendine göre çeşitli zorlukları var. Mimar ve mühendis olarak öğrendikçe hem ölçeğe adapte oluyorsunuz hem de ortaya çıkabilecek olan sıkıntıları öngörme yetiniz artıyor. Ebat büyüdükçe paydaş sayısı da artıyor. Farklı disiplinlerin koordinasyonunu kullanarak, onların bilgilerini de alıp özümseyerek tasarımın içine dahil etmek gerekiyor. Başka bir bakış açısı gerektiriyor büyük yapılar. Estetik ve mimari bakış açısının yanı sıra koordinasyon, organizasyon yetisi ön plana çıkıyor. Bu tür yapılar yapıldıkça bu anlayış da giderek gelişiyor ülkemizde.