Yapının detayları çok önemli. Yapılar, detayları üzerinden tüm karakterlerini kazanıyor. Aklınızda olan, gerçekleştirmek istediğiniz şeyi gerçekten uygulayabilmek için bildiğimiz en basit yöntem, ihtiyacınız olan detayı kendinizin çizip ürettirmeniz.

yöntemler, çözümler
Mimaride tek bir doğru yok. Çok farklı yöntemler var. Sizi sonuca götüren yöntemler birbirinden farklı olabiliyor. Herhangi bir doğrama veya malzeme kataloğundan bir şeyleri seçip bir araya getirerek arzu ettiğimiz şeyi yapmakta çok daha fazla zorlanıyoruz. “Kolaj mimarlığı” diyorum ben buna. O profiller hiçbir zaman tam istediğimiz şekilde bir araya gelmiyor. İnce bir köşe görmek isterken, arzu etmediğimiz profil görüntüleriyle karşılaşıyoruz. Yapı bizim kontrolümüzden çıkıp, o malzemeyi satan veya üreten kişilerin tasarladıkları gibi bir yapı olmaya başlıyor bir süre sonra. Bunu bir terzi işi gibi görebilirsiniz aslında. Yapının detayları çok önemli. Yapılar, detayları üzerinden tüm karakterlerini kazanıyor. Aklınızda olan, gerçekleştirmek istediğiniz şeyi gerçekten uygulayabilmek için bildiğimiz en basit yöntem, ihtiyacınız olan detayı kendinizin çizip ürettirmeniz.
Tasarım ve mühendisliği birleştirip, çok farklı çözümler üretmek mümkün. Türkiye de bu açıdan çok avantajlı. Ben burada gerçekleştirdiğim birçok şeyi, bugün Avusturya’da çalışmaya devam ediyor olsaydım gerçekleştiremezdim. Üretim maliyetleri insanların karşılayabileceği maliyetleri aşardı.
Bunu Avrupa’da veya dünyanın başka gelişmiş bölgelerinde üretmek yerine Türkiye’de üretiyor olmanızın çok daha büyük bir avantajı var: Türkiye’de iş gücü hala daha ekonomik bir biçimde satın alınabilir bir meta. Dolayısıyla çizdiğimiz şeyleri, hazır profillerle benzer fiyatlara, çoğu zaman çok daha ekonomik bir şekilde ürettirebiliyoruz. Yapıyı arzu ettiğimiz şekilde inşa etmek için bütün detaylarını kendimiz çizip özel olarak ürettirirken diğer taraftan da daha ekonomik bir yapı inşa edebiliyoruz. Bugün bizim yaptığımız gibi sıfır doğramalı bir cephe sisteminin bedeli, bilinen hazır ürünlerde yüksekken aynı doğramayı daha ekonomik bir fiyata mal edebiliyoruz.
Yine tecrübelerimden yola çıkarak diyebilirim ki Türkiye’de oldukça iyi ustalar ve firmalar var. Yeterince iş gücü ve malzeme de var. Eksik olan ise bunun planlamasını yapacak mimar ve mühendisler. Mimar ve mühendisler bu anlamda çalışmadıkları veya ürettirmek istedikleri için bir detay çalışması ve hazırlığı yaptıktan sonra projelerini uygulayacak ekiplere devretmedikleri için bir kopukluk yaşanıyor. Asıl problem iş gücünün eksik olmasından ve iş kalitesinden ziyade bizlerin yani planlayıcıların, yeterli seviyede detaylarla çalışma gerçekleştirerek bunları, projeyi devam ettirecek ekiplere aktaramamasından kaynaklanıyor.
Bunun sebebi de şu: Hızlı bir zamanda yaşıyoruz. Türkiye’de şu anda çok hızlı bir şekilde satılmak için birçok yapı inşa ediliyor. Böyle bir üretim sürecinde de hiç kimsenin birtakım detaylar üzerinde – ki önemli detaylar bence – uğraşmak için çok fazla vakti olmuyor. Tasarım ve mühendisliği birleştirip, detayları da çözebilirseniz bu şekilde; çok farklı çözümler üretmek mümkün. Türkiye de bu açıdan çok avantajlı. Ben burada gerçekleştirdiğim birçok şeyi, bugün Avusturya’da çalışmaya devam ediyor olsaydım gerçekleştiremezdim. Üretim maliyetleri insanların karşılayabileceği maliyetleri aşardı.
Genç nesillerin örnek alabileceği, öykünebileceği, onlar gibi olmak isteyebileceği bir mimarlık ruhu, dünyası ve ortamı yok. Bizim zamanımızda ise çok vardı ve bu, ticari duruşu olan bir mimarlık dünyası değildi. Ülkemizde mimarlık eğitimi alan kişiler için rol model eksiği var.

mimarlık eğitimi
Okul bir yere kadar size eğitim verebiliyor. Okulun kendisi kadar, o anda okulda sizinle birlikte okuyan ve eğitim veren kişilerin karakter yapıları da çok önemli. Dikkat ederseniz, dünyanın hiçbir yerinde okullar aynı seviyede devam etmiyor. Bir sinüs eğrisi gibi okulların da daha iyi ve daha kötü dönemleri oluyor. Benim şansım, okulun içerisinde büyük bir dönüşümün olduğu zamanda Viyana Teknik Üniversitesi’nden mezun olmamdı. Okullarda çok konservatif bir yapı varken bu yapı kırıldı. O dönem Viyana’da profesör olursanız ömür boyu profesör olarak kalırdınız ve hiçbir zaman kürsünüzden ayrılmazdınız. Okula başladığım dönemde kürsüleri işgal etmiş, çok konservatif kişiler varken bunların değiştiği, farklı hocaların gelip ders verdiği, bir tür özgürleşmenin yaşandığı bir dönem oldu.
Nasıl ki Fransa’nın, Rusya’nın dünya tarihinde etkisi olduysa, oradaki dönüşümün de hepimizin üzerinde bir etkisi oldu. Viyana’da mimarlığa ve eğitime bakış çok farklı. Dünyaca ünlü mimarlık ofisi Coop Himmelb(l)au’nun kurucularından Wolf D. Prix ve Helmut Swiczinsky’nin diplomaları yoktur. Akademinin son senesinde, diploma projeleri hocaları tarafından kabul edilmediğinde, “Biz yaptığımız işin doğru olduğuna inanıyoruz. Tekrar yapmayacağız.” diyerek meslek hayatına atılmış ve bugün okulda kürsüleri olan insanlar. Mezuniyet diplomaları olmamasına rağmen okulda ders veriyor ve profesör olarak düzenli çalışabiliyorlar.
Bir diğer avantajımız ise okurken hayran olduğumuz, öykündüğümüz, örnek aldığımız karakterlerin olmasıydı. Onlar gibi olmak istiyorduk. Türkiye’de bununla ilgili büyük bir eksik görüyorum. Genç nesillerin örnek alabileceği, öykünebileceği, onlar gibi olmak isteyebileceği bir mimarlık ruhu, dünyası ve ortamı yok. Bizim zamanımızda ise çok vardı ve bu, ticari duruşu olan bir mimarlık dünyası değildi. Hiçbirimiz, büyük işler yapan Holzbauer’in ofisinde çalışmak için can atmıyorduk. Ama çok özel işler yapan, çok farklı duruşları olan ve o duruşlarının içerisinde bilinen problemlere farklı yanıtlar arayan ve bu konuda başarılı olmuş, bize gerçekten iyi örnek olan, bazı şeylerin alışılageldik şekilde değil de daha farklı olabileceğini gösteren ofisler vardı. Ülkemizde mimarlık eğitimi alan kişiler için rol model eksiği var.
Türkiye’deki mimarlık ortamında üzerinde konuşulan, ismi geçen, yazılıp çizilen insanları tanıyorum ben de doğal olarak. Onlar ortaya konanlar. Ama eminim ki onların dışında da düşündüğümüz şekilde üretim yapmaya gayret eden birileri var. Ana problem, örnek olarak önümüze konan insanların iyi örnek teşkil etmemesi. Çevremde benden daha yetenekli, daha iyi şeyler üretebilecek, bunun için hem altyapı olarak fırsatı olan hem de kişisel becerileri olan insanlar olduğuna inanıyorum ama gayret etmediklerini, çaba göstermediklerini düşünüyorum.
Her meslekte ilerlemenin olması çok önemli. İlerlemenin olabilmesi için de eleştirilerin olması gerekiyor. Türkiye’de bir mimarlık eleştirisi olduğuna inanmıyorum. Ya bir şey hakkında iyi şeyler yazılıyor ya da hiçbir şey yazılmıyor veya “çok iyi” olmadığını bildiğimiz bazı şeyler “çok iyi” olarak önümüze konuluyor. Sorgulama, eleştiri ve deneme olmadan ilerleme sağlamak güç. Mesleğimizde ilerlemenin olması da hepimizin ortak sorumluluğu. Bugüne kadar çalışırken iki şey öğrendiğime inanıyorum: Biri kendime, diğeri de mesleğime karşı bir duruşum ve sorumluluğum olması gerektiği. Bu beni daha özgür yapmıyor aslında. Deneme ve cesaret anlamında özgür hissediyorum kendimi ama yapabildiğim kadar yapamadığım ve yapmayacağım şeyler de var.

mimarlık ortamı
Türkiye’de şu anda inşaat sektöründe, projelerle ilgili fikir ve düşünce üretmek, bir proje üzerinde vakit geçirmek için çok fazla imkan yok. Bu ortam, sağlıklı bir düşüncenin ortaya çıkması, konuların üzerine tartışılması, bazı konularla ilgili birtakım derinliklerin kazanılması için verimli bir ortam değil. Çok sık şikayet ettiğimiz bir başka konu da inşaat mühendisleriyle olan ilişkilerimiz. İnşaat mühendislerinin Türkiye’deki çalışma yöntemleri, ofisimizin çalışma sistemiyle bir araya geldiğinde her zaman arzu ettiğimiz neticeleri alamıyoruz.
Aslında bu konuda onları suçlamıyorum, çünkü mühendisler çalışmalarında mimarlardan bir binayı hafifletmek, inceltmek, daha fazla ışık ve hava girişini sağlamak veya alan kazanmak gibi istekler almıyorlar. Tabii bunlar kısmen yalnızca mühendislerden talep edebileceğiniz şeyler değil. Binayı daha başından itibaren kurgularken buna yönelik bir ön fikrinizin olması lazım. Projeyi de bu yönde geliştirmiş olmanız gerekir ki belli bir neticeyi almanız mümkün olsun. Bu süreçte mühendislerle birlikte sürekli çalışmanız gerekiyor. Bu da beraberinde her iki taraf için de bir proje bütçesi ihtiyacını ortaya çıkarıyor.
Benim gördüğüm kadarıyla Türkiye’de inşaat mühendisleri, olması gereken proje bütçeleriyle çalışma fırsatına sahip değiller. Dolayısıyla projelerde belli bir vakitten daha fazlasını geçiremiyorlar. Birlikte çalıştıkları mimarlık ofislerinden, az önce belirttiğim türde talepler gelmediği için mühendisler de ofislerinin altyapısını daha farklı kurup daha farklı bir sistemde çalışıyorlar. İnşaat firmaları da benzer şekilde, önlerine gelen standart projeleri, standart şekilde çözmeye alışmış durumdalar. Birilerinin yeni bir şeyler deniyor olması lazım. Faydalı olabilecek ama daha önce denenmemiş birçok farklı şey, bizim şu ana kadar bilmediğimiz ve görmediğimiz ama üzerinde çalışılması gereken eminim pek çok konu var.
Bu konularla ilgili birilerinin, buna vakit ayırıp, düşünceler geliştirmesi gerekiyor. Türkiye’deki öykünülebilecek, rol model mimar eksikliği biraz da bununla ilişkili. Çevremde böyle bir çalışma ortamı pek görmüyorum. Çoğu firma senede kaç metrekare proje yaptığıyla övünüyor. Mühendislik firmaları da benzer şekilde… Türkiye’de miktar ve adet var ama bu projeler ne katmış, farklı çözümler üretmiş mi, mühendislik anlamında özel bir deneme mi yapılmış diye içeriğe bakıldığında böyle bir şeyin söz konusu olmadığı görülüyor.
Türkiye’de şu anda inşaat sektöründe, projelerle ilgili fikir ve düşünce üretmek, bir proje üzerinde vakit geçirmek için çok fazla imkan yok. Bu ortam, sağlıklı bir düşüncenin ortaya çıkması, konuların üzerine tartışılması, bazı konularla ilgili birtakım derinliklerin kazanılması için verimli bir ortam değil.
Bir diğer büyük problem ise inşa edilen yapıların %80’inin satılmak için yapılıyor olması. Sektörün büyüdüğünden, genişlediğinden bahsediliyor ki bu doğru. Ama bu durum tam olarak düşünüldüğü gibi değil. Satılmak için yapılan inşaatlar aniden ticari bir metaya dönüşüyor. Bu şartlar altında da insan, insanın doğayla olan ilişkisi, yaşam alanlarının doğru kurgulanması gibi faktörleri gözeten, doğru yapılar yapmak giderek zorlaşıyor. Bu imkansız değil elbette. Yapılan örnekler içinde çok iyi olanlar da var. Ancak ne yazık ki genel çoğunluk bu yönde değil. Bir doktorun para kazanmak için mesleğini yaptığını hissettiğinizde, bu sizi ürkütür, rahatsız eder. Mimarın da mesleğini para kazanmak için yapıyor olması aynı derecede ürkütücü. Kendinize bir ev yaptıracak olsanız ya da bir kurumun başında olup da o kuruma yönetim binası yaptırmak isterseniz, uzun yıllar kalacak, gerçekten olması gerektiği gibi belirli kuramlar dahilinde doğru çalışan bir binaya sahip olmayı isteyerek, bir mimarla birlikte gerçek bir çalışma yapabilirsiniz. Bugünün dünyasında, bir gayrimenkul geliştiricisi veya bir müteahhit olduğunuzda ise en ucuza, insanların beğenebilecekleri ama aslında içindeki belirli konularda derinliğine inilmemiş, açıkçası ilkel metotlarla yapılmış binalar inşa ediyorsunuz.
Güzel bir cephe kaplaması giydirilmiş ama içinde kullanılan statik sistem 50 yıl önceki sistemin aynısı. Son derece büyük ve hantal kolonlar, ağır yapılar, çok az hava ve ışık geçiren binalar… Buna iyi bir örnek olarak Bağdat Caddesi’ndeki kentsel dönüşüm projeleri verilebilir. Cadde’de 50’lerde, 60’larda yapılmış, son derece zarif, bolca ışık ve hava geçiren, o zamanın ve günümüzün yaşantısına uygun olacak şekilde balkonlu yapılar yıkılarak yerine, ileride oluşabilecek bir deprem tehlikesine karşı insanları korumak adına yeni birtakım binalar inşa ediliyor. Ancak kanaatimce bu yeni yapılan binaların içinde yaşayan insanlar her gün sakat kalıyorlar. Çünkü yeni yapılan binalarla eski binaları karşılaştırdığınız zaman yeni yapılar insanların yaşam kalitesini arttıran değil, aksine son derece azaltan, doğayla, çevresiyle ve hatta komşularıyla olan ilişkisini koparan yapılar. Mimari hayatımızı her yönüyle etkiliyor. Her binanın bir ruhu olduğuna inanıyorum. Bunun da üzerine giydirilen cephe kaplaması veya alınan malzemelerle değil, strüktüründen başlayarak detaylarla, bileşenlerle ve bu bileşenlerin bir araya gelmesiyle sağlanabileceğini düşünüyorum.
Odaklanma ve optimizasyon da Türkiye’de eksikliğini gördüğüm hususlardan. Bazen kendimde dahi görüyorum bu eksiklikleri. Dünya biraz değişti. Okuduğum dönemde Avusturya’da iyi bir mimar ölene kadar dört veya beş tane iyi bina yapardı. Ama artık başka bir dünya var herkes için. Bugün yaşantı çok daha hızlı. Elimizdeki teknolojik imkanlar sayesinde inşaatlar da hızlandı. Eskiden üç senede inşa edilecek yapı şimdi altı ayda bitiyor. İster istemez bu sürat ve beraberinde getirdiği iş artışı ve yoğunluğu, konsantrasyonu bozan faktörler. Paralel olarak yürüyen pek çok şeyin zihninizi meşgul etmesi odaklanmanızı engelliyor. Örneğin, benim şu anda beraber yürüttüğüm belki beş, altı tane projem var ve bu aslında kötü bir şey. Aynı anda bu projelere istediğim şekilde konsantre olmakta zorlanıyorum. Bunun üç mislini yapan mimar arkadaşlar var. Onların da nasıl yaptığını anlayamıyorum.

zaman yönetimi
Türkiye’de projeleriniz olup da belirli bir seviyede ve belirli bir şekilde çalıştığınız zaman ister istemez hep şikayet ettiğim ortamın da bir parçası oluyorsunuz. Bu nedenle kendinizi geliştirmekle ilgili bazen pek vaktiniz olmuyor. Benim çalışmalarımı yaparken nereden güç aldığımı ya da nasıl vakit ayırabildiğimi soracak olursanız eğer, en büyük avantajım şu anda bir ailemin olmaması. Eşiniz, çocuklarınız olduğunda, onların yaşantılarıyla sizin yaşantınızı bir araya getirmeye kalktığınızda bu başlı başına bir iş oluyor. Yalnız olmak ve zamanını arzu ettiği gibi planlayabilmek, gerektiği zaman ofisten beş gün çıkmamak çok büyük bir lüks. Bunu da hiçbir mimara tavsiye etmiyorum ama en büyük lükslerimden biri bu. Birçok insan benim birtakım imkanlarım olduğunu ve bu imkanlarımı kullanarak bunu yaptığımı düşünüyor. Bu da son derece yanlış. 2005 senesinden itibaren ufak ufak işlerle, deneyimlerimizin üzerine ekleyerek devam ediyoruz.
Başkalarının zaman bulamadığı şeylere vakit bulabiliyorum ama daha azla yetinmem gerektiğini biliyorum ve öyle çalışıyorum. Yapılarımdan çok keyif alıyorum ve onlarla gurur duyuyorum. Ama bu şekilde çalıştığınız takdirde hiçbir zaman gerçek anlamda maddi karşılığını almadan bunu yapmayı baştan kabullenmiş olmanız lazım. Bu bir tercih. Bunun çok maliyetli olduğunu düşünüyorum. Benim dahi yorulduğumu hissettiğim zamanlar oluyor. Robert Kolej’i yaptığımızda yaklaşık 35 m uzunluğunda bir tırabzan çizmiştik. Bina o kadar hafif ve zarifti ki tasarladığımız tırabzan gerçekten çok kaba ve kötü durdu. Uygulandıktan sonra değiştirme önerimiz reddedilince, maliyetini kendimiz karşılayarak söktürdük ve tekrar yaptık. Normal şartlarda bu yapılmaz mesela. Ama o tırabzan orada dursaydı, beni ömrüm boyunca rahatsız edecekti. Değiştirebilmiş olmak bizi çok mutlu etti. Bununla ilgili hiçbir sıkıntı duymuyorum.
Tırabzanı değiştirirken bir bedeli olduğu için, bunun size bir maliyeti olduğunun farkına varıyorsunuz. Ama o detayın tam arzu ettiğiniz gibi olması için karşılığını almadığınız bir iş yükü edinip bazen tırabzan için ödediğiniz maliyetin belki on misli bedelinde çalışma saati harcıyorsunuz. Dolayısıyla bu bir tercih.
Bu tarz bir çalışma işverenler için her zaman iyi sayılmaz. İşini çok severek ve iyi yapmaya gayret eden, çok da ticari düşünmeyen birinin onun için çalışması çok güzel. Ama bazen bu yüzden işler sarpa sarabiliyor çünkü bu bir ekip işi. Sizin ekibiniz ve yapmak istediklerinizle, işverenin oluşturduğu ekip birbirine ayak uyduramadığı zaman oldukça zorlandığımız, proje sürelerinin fazlasıyla aşıldığı, uygulayıcıların istediğimiz noktaya gelmekte çok zorlandığı durumlar yaşadık.
Mimarlık bir yanıyla tamamen mühendislik ve problem çözümü. Ancak öte yandan da binaların ruhu var. Ruhla ilgili kısmında mühendisliğin ötesine geçip biraz dokunmanız gerekiyor. Tasarımda detayların nasıl birleştiği, nasıl olduğu önemli.

çözümlerden ders çıkaranlar
Ofisimde çalışmış olan gençlerin, bizden ayrıldıktan sonra kendi işlerini kurma fırsatları olduğunda benim çizgimde veya benim çizgime çok yakın yürüdüklerini görebiliyorum. Bu beni mutlu ediyor.
Bir yandan da şöyle bir örnek var: Tarabya’da Dardanel’in yönetim binasını yaparken tamamen cam bir asansör tasarladık. Büyük asansör firmalarına bunu yapmaları için başvurduk ancak bir türlü kabul ettiremedik. Bunun olamayacağını söylediler. Halbuki nasıl yapılması gerektiğini biz biliyorduk. Nihayet Galata’da kendi halinde bir asansörcü bulduk. “Cam asansör” dediğimizde “Cam asansör nasıl olur, cam taşır mı ağabey?” diyen biri. Camların hepsini kendimizin ürettireceğini söyledik, ona sadece nasıl vidalayacağını, nasıl keseceğini vs. anlattık. Cam asansörü ona yaptırdık sonuçta. Ardından o asansörcü, bizim yaptığımız cam asansör ile “Ahmet Alataş da bizim modellerimizi seçiyor.” diye ilan vermeye başladı ve zaman içerisinde bizim modelimiz üzerinden kendi cam asansörlerini geliştirdi. Herkesin “Hayır” dediği bir projeye o “Evet” dedi ve ufkunun çok ilerisinde olan bir projeyi gerçekleştirdikten sonra bu yönde devam etti.
Mimariye mühendislik bakışıyla, çözüm üretilmesi gereken bir matematik problemi ile uğraşıyormuş gibi yaklaşıyoruz. Bir yanıyla tamamen mühendislik ve problem çözümü. Her seferinde farklı problemlerle karşılaşıyorsunuz: Gürültü, komşular, iklim şartları, hatta bölgenin sosyoekonomik yapısı bile yapacağınız projeye etki ediyor. Ancak öte yandan da binaların ruhu var. Nasıl ki, topuklu ayakkabıyla veya bir ipek gömlekle bir kadın kendisini farklı hissedebiliyorsa emin olun bir yapının da sabah uyandığınızda veya çalışırken, üretirken, yemek yerken size hissettirdiği bir duygu var. İşimin merkezinde insan ve insanın doğa ve çevresiyle olan ilişkisi yer alıyor. Bu ilişkiler üzerinden kurgulanmış bir binanın kabuğunu daha sonra oluşturuyoruz. Ruhla ilgili kısmında mühendisliğin ötesine geçip biraz dokunmanız gerekiyor. Tasarımda detayların nasıl birleştiği, nasıl olduğu önemli.
“Mimarlar bu çözümlerden kendilerince bazı dersler çıkarıyor mu?” derseniz, bence Türkiye’de pek öyle bir kültür yok. Türkiye’de ne yazık ki mimarlar birbirleriyle bu şekilde bir iletişim kurmuyorlar. Aslında ben de dahil olmak üzere tüm meslektaşlarım, bir şeyler öğreniyoruz. Dünyada olan biteni takip ediyoruz. Burada sorulması gereken asıl soru şu: “Türkiye’de şu anki mimarlık ortamında bir şeyler öğrenmek isteyen, bir şeyleri değiştirmek isteyen veya bir şeylere ilgi duyup derinlik kazanmaya çalışan birileri var mı?”

avusturya – türkiye
Avusturya’ya gidişim de Avusturya’dan dönüşüm de yeteri kadar bilinçli olmadı. Babam mimarlık eğitimini Almanya, Münih’te ve Avusturya, Graz’da almıştı. O bölgede mimarlık eğitimi almamın benim için doğru olacağına inanıyordu. Ortaokul ve lise eğitiminde çok başarılı değildim. Derslerden bol bol ikmale kalırdım ama neticede hepsinden geçerdim. Avusturya gibi bir sisteme gönderilmem insanları çok ürküttü. Tanıyanlar benim okulumu tamamlayamayacağımı düşündü. Tam aksi oldu, bana iyi geldi. Buradaki sisteme benzeseydi yapamayabilirdim ama orası farklıydı. Oradaki sistem, belli başlı ve sayıca az kurallar haricinde insanı kendi kendine bırakan bir sistem. Kendi kendine kalmak bana iyi geldi. Neyi, niçin yaptığımı anlamaya başladım. İnsanların hayatında rol model olması önemli. Orada okurken arkadaş çevremdeki Türk ve Alman başka insanlar, Türkiye’de geçirdiğim bütün ilkokul ve lise hayatım boyunca kavrayamadığım şeyleri kavramamı sağladılar. İnsanın neyi, nasıl öğrenmesi gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini, niye yaptığımızı, hedefimizin ne olduğunu ben orada öğrendim. Meslek olarak da çok sevdiğim bir şeyi seçmiştim. En büyük avantajım da buydu. Üçüncü, dördüncü seneden sonra okulun sahipleri gibi olmuştuk adeta. Okulun anahtarları bizde de vardı ve gece yarısı dahi olsa okula gidip stüdyoyu açarak çalışabiliyorduk. Stüdyoda artık bir yerim vardı ki okulun kalabalık nüfusuna kıyasla sadece 80 kişilik bir stüdyoydu.
Benim hayatımı bu değiştirdi. Odaklanabilmek, konsantre olabilmek ve doğru insanlarla birlikte yürüyebilmek… Bu tamamen şans. Türkiye’ye geldiğimde kendimi biraz yabancı hissettim doğrusu. 2000’lerin başında Türkiye’ye döndüğüm zaman mimarlık, “seyircisiz futbol” gibiydi. Viyana’daki çizim salonlarında çalışırken, üç yandaki salondaki arkadaşımızın hangi projede, o anda ne yaptığını bilirdik. Okuldan mezun olduktan sonra, profesyonel yaşamda, akşam iş çıkışı buluşur, birbirimize projelerimizi anlatırdık, tartışırdık. Öyle bir ortamdan Türkiye’ye gelmek benim için tuhaf oldu. İlk başlarda çok mutsuz oldum. Niye döndüğümü çok sorguladım. Açılan bir yarışma sonucu İzmir Amerikan Koleji’nin okul binası projesini kazandım o dönemde. Ekonomik kriz çıktı, o proje gerçekleşmedi ve kendimi bir anda çok küçük iç mekân projeleri yaparken ve aslında konumun dışında bir alanda buldum. Biraz zorlandığım bir dönemdi. Gelmekteki gayem ise şuydu: Türkiye o zamanlar gelişmekteydi, tabii halen de gelişiyor. Avusturya’ya nazaran Türkiye’de daha fazla üretim yapma fırsatı bulacağıma inanarak geldim. Fakat fikirlerimin aykırı veya farklı olması başta bana biraz vakit kaybettirdi. Sonra bu ara kapandı tabii. Şimdi Avusturya’da kalmış olan arkadaşlarımla kendimi kıyasladığımda, arzu ettiklerimizi yapabilmek ve proje çeşitliliği anlamında onlardan kısmen daha iyi olduğumu görüyorum. Ama çok başarılı olmuş ofisler de var tabii. Biz orda kalsaydık hangi noktada olurduk? Bunu bilebilmek mümkün değil.
Kazandığımız ödülün, bugün Türkiye’de mesleğine yeni başlayan, genç, 3-5 kişilik ofisi olan insanların dahi kendine birtakım hedefler koyup, düşüncelerinin arkasında vazgeçmeden durup o düşünce çerçevesinde tekrar ederek üretmeleri ve sonuca ulaşmaları açısından cesaretlendirici olduğunu düşünüyorum.

ödül
Avrupa Çelik Tasarım Ödülleri (European Steel Design Awards), iki yılda bir düzenleniyor; program, mimari ve inşaat alanında en seçkin ve yaratıcı çelik kullanımlarını ödüllendiriyor. Genelde 10 tane projeye veriliyor ve içlerinden seçilen en iyi proje de “Avrupa Çelik Tasarım Mükemmellik Ödülü” ile ödüllendiriliyor. Epey zor bir süreç aslında. Önce her ülkeden birer proje seçiliyor daha sonra farklı elemelerden geçiyor. Finale 10 proje kalıyor. Bu ödülü almak benim hiç beklemediğim bir şeydi öncelikle. Bu sene katılımcılar arasında Jean Nouvel, Herzog & de Meuron, Bjarke Ingels, 3XN gibi dünyada oldukça iyi bilinen ofisler ve projeleri vardı. Bu isimlerin içinde olmak ve Türkiye’den bir projenin de bu tablonun içinde yer alıyor olması bizim için yeterince güzeldi. Ama sonra bu isimler ve projelerinin arasından sıyırılıp birinci seçilmek hepimizi çok sevindirdi. Bu ödülle birlikte Avrupa’nın Türkiye ile tüm problemlere rağmen halen devam eden iş birliğinin, kendi çalışmalarımın ötesinde, bizim gibi yaratıcı ve üreten insanlar için hem ilham verici hem de çok yüreklendirici olduğunu düşünüyorum.
Robert Kolej’i projesini (Murat Karamancı Öğrenci Merkezi) aldığımızda bizden sadece bir yemekhane yapmamız istenmişti. Bize ödülü kazandıran faktörlerden biri de oradaki kısıtlı imkanlardan, projeyi bir öğrenci merkezine dönüştürmekti. Biz bir şeylerin arkasında durup işleri bu noktaya getirebiliyorsak, bu ödülün, bugün Türkiye’de mesleğine yeni başlayan, genç, 3-5 kişilik ofisi olan insanların dahi kendine birtakım hedefler koyup, düşüncelerinin arkasında vazgeçmeden durup o düşünce çerçevesinde tekrar ederek üretmeleri ve sonuca ulaşmaları açısından cesaretlendirici olduğunu düşünüyorum.
Bu ödül beni şu açıdan da mutlu etti: Tecrübe ettiğimiz işlerde sürekli müteahhitlerle boğuşuyoruz. Devamlı bize her şeyi ne kadar iyi bildiklerini anlatıyorlar. Şimdi ise çelik ve betonla yaptığımız bir yapıda uluslararası bir ödül almak insanların duruşunda emin olun bir küçük fark yaratıyor. Yaptığımızı daha az zorlanarak, daha kolay kabul ettirebilmek ve onları ikna edebilmek açısından bence çok önemli. Bize iyi gelen, moral veren bir ödül oldu.